- 8/9/2023 9:09:02 AM
Yeni Bir Anlatı Oluşturmak
Barış Onur Örs
Gezegenimiz ateşli bir hastalık geçiriyor. Uydu fotoğraflarından görülebilen, yer kabuğunu çepeçevre sarıp parlaklığını giderek artıran ihtişamlı ve ışıltılı doku, bu hastalığın failinin homo sapiens türü olduğunu gösteriyor. Fosilleşmiş karbonu tüketip ısı ve ışık açığa çıkaran bu canlının, gezegenin bağışıklığını çökerttiği, küre ekosistemini yok etmek üzere olduğu artık net bir şekilde teşhis edilmiş durumda.
Oysa bu hikâye bambaşka bir biçimde de yazılabilirdi. İnsan türü milyonlarca yıl boyunca yerküreyle nispeten uyumlu yaşayarak ekosistemin bir parçası olabilmişti. Günümüzde dahi birçok yerli topluluk, fosilleşmiş karbonu ısı ve ışığa dönüştürme davranışında bulunmadan varlığını sürdürebiliyor. Demek ki yerkürenin insan türü tarafından “enfekte edilmesi”, tarihsel bir zorunluluktan öte, bazı tercihlerin sonucu. İşte bu tercihlerin kökeninde uygarlığımıza bugünkü yayılmacı ve yabancılaşmış karakterini kazandıran bir anlatı yer alıyor. Birbirinden farklı mikro kültürlerin mikro hikayelerini kendinde toplayarak bambaşka yaşam olasılıklarını, kültürleri ve uygarlıkları yok eden, tek ve büyük, totaliter ve merkeziyetçi bir anlatı...
Bu kolektif anlatı binyıllar içinde öyle tılsımlı bir eşikten geçmiş olmalı ki, artık o eşiğin diğer tarafına dair hiçbir anlatı alıcı bulamıyor. Uygarlık baktığı yöne gitmeye mahkum edilmiş, arkasından kırbaçlanmakta olan panik içindeki bir at gibi uçuruma doğru hızlanarak ilerliyor. Türümüzün bir zamanlar yuvası olan ama şimdi kendini pek yabancı hissettiği gezegenimizin yok oluşunu hayal etmenin, bu anlatının sona ermesini hayal etmekten çok daha kolay olduğu bir zaman dilimindeyiz. “İlerleme”, “büyüme” ve “gelişme”ye dair olan bu anlatı, yerkabuğunun üstünde bambaşka bir kabuğun daha oluşmasına neden oldu. Bu kabuk betondan, petrol türevi maddelerden, geri dönüşümü olmayan atıklardan, ısı ve ışık tabakalarından oluşuyor. Karbon fosillerinin yarattığı ışıltı, ilk başlarda türümüze ayartıcı bir masal gibi gelmiş olmalı. Bu yüzden bu ışıltının varlığı ve yokluğu arasındaki dönemi karanlık ve aydınlık ya da ileri ve geri olarak ayırmakta sakınca görmemişiz.
Bu ayartıcı masalın merkezinde bulunan “ihtiyaçların sınırsızlığı” paradigması, insanın ayaklarını yeryüzünden kesmeye yetmiş ve böylece varoluşu mümkün kılan doğal sınırları birer kusur, sınırsızlığı ise ulaşılacak bir hedef olarak benimsemişiz. O günden beri yuvamız olan yerküreye daha yabancıyız ve ayaklarımızın yerden kesilmesiyle ortaya çıkan sorunları, ayaklarımızı yerden daha da keserek çözmeye çabalıyoruz. Biricik yuvamızı gözetmektense öte gezegenlerde yeni yuvalar arıyoruz. Belirli bir gelecekle yüzleşmektense belirsiz bir geleceğe doğru koşarak kaçmayı yeğliyoruz. Kimbilir en başından beri insanın maceraperestliğini körükleyen en temel dürtü, korkuydu. Yüzleşme korkusu... Şimdi ve burada olanla... Yakınımızda ve yöremizde olanla... Uzaklar bu yüzden çekmişti belki de bizi ve belki de bu yüzden mümkün hale gelmişti.
Hassas ekosistemizi yok oluşun eşiğine getiren şey, gözlerini sınırsızlığa dikmiş, ötelere dair ayartıcı bir anlatıysa eğer; içinde yaşadığımız gezegene yani yuvamıza dair, bambaşka ama daha ayartıcı bir anlatı ekosistemimizi neden kurtaramasın?
Çöken Anlatılar
20.yüzyıl iki büyük anlatının çatışmasıyla geçmişti. İnsanların büyük bir bölümü bu iki büyük anlatıdan birini ya heyecan duyarak benimsedi ya da bulunduğu coğrafyaya bağlı olarak onlardan birinin peşinden sürüklendi. Anlatılardan biri kapitalizmdi. Devlet müdahalelerinden arındırılmış piyasanın bütün sorunları çözeceği ve uzun vadede teknolojik gelişmeyle birlikte küresel refah getireceği düşünülmüştü. Fakat yüzyılın sonunda bu sistemin, çözdüğünden daha fazla problem yarattığı görüldü, hatta karşıtını mağlup ederek baskın hale gelen bu anlatı, çok daha fazla küresel eşitsizliğe ve çatışmalara neden oldu. Ayrıca ekosistemimizi çöküşün eşiğine getirdi. Öyle ki bugün dünyanın sonunu hayal etmenin, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay olduğu bir noktaya gelmiş bulunmaktayız. Kitleleri peşinden sürükleyen bir diğer anlatı ise sosyalizmdi. Sosyalizmin değişik versiyonları pek çok ülkede hayat bulma şansına kavuştu. Sosyalist anlatının kapitalizm eleştirisi bilimsel temellere sahip olmasına rağmen vaat ettiği yeni dünya kurgusaldı. Bunun sonucunda ya rekabet ettiği kapitalizme benzedi ya da bürokratizme teslim oldu.
Dünyayı uzun bir süre domine eden bu iki büyük anlatı sonuçta hibritleşerek teknoendüstriyel bir toplum yarattı. İlerleme, teknolojik gelişme, sınırsız ve koşulsuz sermaye birikimi, bu hibrit anlatının değişmez, sorgulanamaz alfabesine dönüştü. Şimdi hepimiz; yataylıkların yerini dikeyliklerin, çeşitliliğin yerini aynılığın aldığı, polikültürün yerine monokültürün ve merkeziyetçiliğin geçtiği bu hakim dilin kelimeleriyle konuşuyoruz. Fakat artık yolun sonuna gelmiş olabiliriz. Ne mevcut dil ne de hakim anlatı artık bir heyecan uyandırıyor. İkisi de ayartıcı olmaktan uzak; sorunlarımızı çözmediği gibi, sorunlarımızın temel kaynağına dönüşmüş durumda. Bu dili zorunluluktan konuşuyoruz. Birbirimize bu masalı başka bir masal bilmediğimiz için anlatıp duruyoruz. Tam da bu noktada yepyeni bir anlatı oluşturmak; bilimin, felsefenin, sanatın ve edebiyatın temel bir görevi olabilir mi? Ve bu anlatıyı hep birlikte nasıl inşa edebiliriz?
Yeni Bir Anlatı Oluşturmak
Walter Benjamin'e göre tarih, sadece geçmişi kaydeden nesnel bir süreç değil, aynı zamanda ideolojik ve kültürel güç dinamiklerini yansıtan bir süreçtir. Ona göre tarih, genellikle "kazananların" perspektifinden yazılır ve belirli bir toplumda hangi hikâyelerin anlatılacağına, hangi olayların vurgulanacağına ve hangi seslerin susturulacağına karar veren bir güç aracıdır. Benjamin, tarih yazımının nesnel bir gerçekliği aktarmaktan ziyade belirli bir anlatıyı inşa ettiğini öne sürer. Bu anlatı, toplumda baskın olan değerleri, inançları ve ideolojileri yansıtır. Dolayısıyla, tarihi yazanlar, hangi olayların ve kişilerin tarihe dahil edileceğini seçerken subjektif ve ideolojik tercihlerde bulunurlar. Bu, marjinalize edilmiş grupların, azınlıkların ve iktidarda olmayanların perspektiflerinin genellikle tarih yazımında göz ardı edilmesi veya yanlış temsil edilmesi sonucunu doğurur. Bu eleştirel bakış açısı, tarihin ve kültürün daha kapsayıcı, çeşitli ve adil bir şekilde temsil edilmesi için alternatif anlatılar oluşturmanın ve sorgulamanın önemini vurgular. Ve bu alternatif anlatılar, belirli bir çizgisellikte aktığı yanılsamasına kapıldığımız tarihin yeniden inşa edilmesi sürecinde de belirleyici olacaktır.
20.yüzyılın önde gelen yapıbozumcu teorisyenlerinden biri olan Roland Barthes, günlük yaşamda sıkça karşılaşılan sembollerin, nesnelerin ve olayların nasıl "mit" haline geldiğini analiz etmiştir. Bu mitler, toplumsal değerleri, ideolojileri ve inançları temsil eder ve bu yolla dominant kültürel yapıları pekiştirir. Barthes, miti, dilin ikinci düzey bir sistemi olarak tanımlamıştır. İlk düzeyde, dilin işleyişiyle karşılaşırız. Ancak mit, bu ilk düzeyi bir adım öteye taşır ve sembolize edilen şeye ek bir anlam yükler. Örneğin, bir ağaç sadece bir ağaç olmayıp, özgürlüğü, doğayı ya da milliyetçiliği temsil edebilir. Barthes'a göre mitler, baskın ideolojik değerleri doğal ve kaçınılmaz olarak sunarlar. Bu, bireylerin bu değerleri sorgulamadan kabul etmelerine yol açar. Mit, doğal olarak gördüğümüz birçok şeyin aslında toplumsal ve kültürel yapılardan kaynaklandığını gizler. Roland Barthes'ın mit kavramı, toplumda yaygın olan ve sıklıkla doğal veya kaçınılmaz olarak kabul edilen anlatıları ve sembollerin aslında nasıl bir ideolojik yapıya hizmet ettiğini ortaya koymaktadır. Onun bu yaklaşımı, günlük yaşantımızda karşılaştığımız birçok sembolün ve anlatının altında yatan derin anlamları sorgulamamız için bize bir araç sunar ve ideolojileri sorgulama kapasitesine sahip olmamıza olanak tanır. Bu anlatıların ve sembollerin altında yatan ideolojik yapıların fark edilmesini sağlamak, hakim anlatıları değiştirmenin ilk yolu olabilir. Bu konuda da edebiyata, sinemaya ve genel olarak sanatçılara çok fazla iş düşmektedir.
Anlatıların ve buna bağlı olan egemen dilin alttan alta nasıl işlediğine dair başka bir örnek Edward Said'in "Oryantalizm" kavramı olabilir. Said, bu kavramla Batı'nın Doğu'yu nasıl bir "öteki" olarak temsil ettiğini ve bu temsilin nasıl bir hakimiyet ilişkisi kurduğunu açıklar. Batı'nın bu perspektifinin Doğu'yu egzotik, gizemli ve ilkel olarak tasvir ettiğini, bu tasvirlerin Batı'nın kendi üstünlüğünü ve Doğu'nun aşağılığını doğruladığını savunur. Böylece, Oryantalizm, Batı'nın Doğu üzerindeki hakimiyetini sürdürmesine ve meşrulaştırmasına yardımcı olan bir anlatıdır. Bu anlatı, Batı'nın Doğu'ya karşı yürüttüğü sömürgeci politikalarını destekleyen ve haklı çıkaran bir araç haline gelmiştir.
Benzer bir şekilde doğaya bakışımız da üsttencidir ve bu tutum hakim kültürümüzün içinde, iletişim araçları ve eğitim sistemimizde, gündelik yaşantımızda ve dilde kendine yer bulur. Böylece aslında yuvamız olan doğa egzotikleştirilmekte, gidilecek ya da varılacak bir yer olarak bizden uzaklaştırılmaktadır. Geçerli mevcut ekonomik paradigma tarafından maliyeti çok düşük bir kaynak olarak dışsallaştırılmaktadır. Hakim anlatıların nasıl değiştirilebileceğine bir örnek olarak, son zamanlarda iklim hareketinin en popüler sloganlarından birini gösterebiliriz: “Doğayı savunmuyoruz, kendini savunan doğayız.” Buradaki anlatı değişikliğinin önemini Bookchin'in analizi, derinlemesine açıklamaktadır.
Murray Bookchin, sosyal ekoloji teorisinde, insanların doğayla olan ilişkilerini ve bu ilişkinin toplumsal hiyerarşi ve baskı ile nasıl ilişkilendiğini derinlemesine incelemiştir. Bookchin'e göre, doğada hükmetme ve kontrol etme eğilimi, toplumda baskı ve hiyerarşinin kökenlerinden biridir. Bu, insanların doğayla olan ilişkilerinin değişmesi gerektiği anlamına gelir; aynı zamanda, toplumda baskı ve hiyerarşiyi ortadan kaldırmak için de bu ilişkinin değişmesi gerekmektedir. Bookchin'in bu analizi, insan ve doğa arasındaki ilişkinin, sadece ekolojik bir sorun olmadığını, aynı zamanda toplumsal bir sorun olduğunu da gösterir. Ekolojik krizin kökeninin, toplumsal ilişkilerdeki bozulma olduğunu belirtir.
Bu teorisyenlerin çalışmaları, mevcut anlatıların sadece basit hikâyeler olmadığını, aynı zamanda ideolojik ve kültürel bir işlevi olduğunu göstermektedir. Bu anlatılar, bireylerin ve toplumların dünyayı nasıl algıladığını, kimliklerini nasıl inşa ettiğini ve başkalarıyla nasıl ilişki kurduğunu şekillendirir.
Mevcut anlatıların eleştirel bir analizini yaparak, hangi ideolojik ve kültürel değerleri yansıttıklarını, hangi grupların seslerinin susturulduğunu ve bu anlatıların toplum üzerindeki etkilerini anlamamız gerekmektedir. Ayrıca, alternatif anlatılar oluştururken, marjinalize edilmiş seslerin ve perspektiflerin dahil edilmesi, daha kapsayıcı ve adil bir temsilin sağlanması esastır. Bu, yeni anlatının toplumsal değişim ve dönüşümü teşvik etmesine ve daha adil ve sürdürülebilir bir toplumu desteklemesine yardımcı olacaktır.
Önerilen bu yeni anlatı, sürdürülebilirlik, toplumsal adalet ve ekolojik denge üzerine kurulmalıdır. Bu anlatı, tüketim kültürünün aşırılıklarına karşı, doğal sınırların ve toplumsal dayanışmanın önemini vurgulamalıdır. Ayrıca, farklı kültürlerin ve toplulukların bilgisi ve deneyimleri, bu yeni anlatının merkezinde yer almalıdır. Böylece, yalnızca sürdürülebilir bir dünyayı değil, aynı zamanda daha adil, kapsayıcı ve çeşitli bir dünyayı da teşvik eden bir anlatı ortaya koyabiliriz.
Homo sapiens'in aynı zamanda bir Homo narrans, "anlatan insan" olduğunu hatırlamak, içinde bulunduğumuz iklim krizinden çıkış için bizlere bir ipucu sunabilir. “Bilmenin” yetmediği, bilenin kim olduğunun ve bilinenin hangi araçlarla, kimlere, nasıl anlatıldığının her zamankinden daha önemli olduğu bir çağdayız.
Kaynakça
Benjamin, W. (1968). "Tarih Kavramı Üzerine". Theses on the Philosophy of History. Frankfurt: Suhrkamp.
Barthes, R. (1972). Mythologies. Paris: Éditions du Seuil.
Said, E. (1978). Orientalism. New York: Pantheon Books.
Bookchin, M. (1982). The Ecology of Freedom: The Emergence and Dissolution of Hierarchy. Palo Alto: Cheshire Books.