- 6/29/2023 10:46:51 AM
Emeğin Değeri Üzerine
Barış Onur Örs
Emek Ne Kadar Değerlidir?
Bu soruyu sorduğumuz anda ekonomi politikalarının en can alıcı tartışmaları arasında buluruz kendimizi. Emeğin değeri konusunda üstünde uzlaşılmış bir teoriye ulaşmak güçtür. Üretim gelirlerinin en önemli iki bileşeni olarak kabul edilen kâr ve ücret miktarlarının birbiriyle ters orantılı olması, bu konudaki uzlaşmazlıkları, en temel toplumsal problemlerimizden biri haline getirir.
Günümüzde, emek ücretlerinin oldukça düşük olduğu bazı iş kollarında, inanması zor da olsa işçilerin intihar vakaları gittikçe yaygınlaşmakta. Yakın bir zamana kadar bir salgın haline dönüşen Hindistan'daki çiftçi intiharları dünya kamuoyu tarafından bilinmekte ya da Çin'deki bazı işletmelerin intiharları önlemek için özel güvenlik önlemleri aldığı ve iş sözleşmelerine bununla ilgili maddeler eklediği biliniyor. Esnek üretim ve küresel rekabet sayesinde giderek ucuzlayan ürünlerin kullanımı yaygınlaşırken diğer yandan o ürünleri üretmekte olan emek gücünün koşulları gün geçtikçe kötüleşiyor. Ekonomik büyümeye odaklanan küresel ekonomi politikaları, emeğin güvencesizleşmesine yol açtığı gibi, işletmelerin, işgücünün en ucuz ve emeğin en örgütsüz olduğu coğrafyalarda üretim gerçekleştirmesini teşvik eden bir yapıya sahip. Savaş, göç gibi olgular da yaşama tutunmaya çalışan işçilerin her geçen gün daha azına razı edilmesine yol açmakta. Ücret karşılığı çalışma (emek), ekonomi tarihinde görece yakın bir dönemde kendine yer bulmuştur. Daha önceki dönemlerde ağır işler, köle ve serfler tarafından, yaşamlarını sürdürebilme karşılığında gerçekleştirilirken, ancak vasıflı ve özgür işçiler, emeklerinin ürünü olan malları bir fiyat karşılığında satma hakkına sahipti. Ekonomik üretimin modernleşmesi ve kapitalizmin yaygınlaşmasıyla birlikte, emek değeri daha belirginleşmiş, bu dönemde, ücret karşılığı çalışma bir norm haline gelmiştir.
Emeğin üretimden aldığı pay olan ücret, Adam Smith'ten itibaren klasik iktisadın en önemli konularından biri olmuştur. Klasikler, işçinin yaşamsal ihtiyacını karşılayıp neslini devam ettirmeye yetecek, kültürler ve dönemler arasındaki farkları da gözeten “geçimlik ücret” kavramını ortaya atmıştı. Sanayi devrimi ve uzmanlaşmanın getirmiş olduğu toplumsal zenginliklerin işçiler ve sermaye sahipleri arasındaki adaletsiz bölüşümü, önce ütopik sosyalistler sonra da Marx tarafından ciddi şekilde eleştirildi. Özellikle Marx'ın ortaya koymuş olduğu sistematik eleştiri işçi sınıfının politize olmasına yol açtı. Neoklasik iktisatçılar ise matematiksel formüllerle her bir üretim faktörünün üretime yaptığı katkı kadar gelir elde ettiğini ispatlamaya çalışmıştı. Böylelikle kapitalizmin sınıf çatışması üzerine kurulu değil, herkesin üretime yaptığı katkı kadar pay aldığı toplumsal bir uzlaşı sistemi olduğunu savunmuşlardı.
Gelir dağılımı ve eşitsizlikler, işçi hakları ve sendikal örgütlenmeler, toplumsal ve kültürel değerler, teknolojik değişimler gibi birçok faktör, emek değeri üzerinde etkilidir. Yüksek eğitim ve uzmanlık gerektiren meslekler, genellikle daha yüksek emek değeri ile ödüllendirilirken, bazı meslekler genellikle daha düşük ücretlerle karşı karşıya kalır. Bu durum, emeğin değerini ölçme konusundaki karmaşıklığı artırır çünkü her işin topluma sağladığı katkılar farklıdır. Bunlara ek olarak, günümüzde otomasyon ve yapay zekâ gibi teknolojik gelişmeler, emek piyasalarını dönüştürmekte ve bazı işleri gereksiz kılmaktadır. Ancak, teknoloji aynı zamanda yeni iş alanları da yaratır ve bu işler genellikle daha yüksek beceri düzeylerini ve dolayısıyla daha yüksek ücretleri gerektirir.
Adil Ücret Mümkün mü?
Adil ücretin nasıl belirlenmesi gerektiğini sorduğumuzda; çeşitli ekonomik teorilerin, yasal çerçevelerin, sosyal adalet ilkelerinin, işçi örgütlenmeleri ve dayanışma modellerinin, kültürler arası farkların ve ülkelerin içinde bulundukları maddi koşulların dikkate alınmak zorunda olduğu karmaşık denklemlerin içine gireriz. Bu kadar değişkenin içinde, bir üretim ya da hizmetteki kâr miktarının ne kadarının emek ücretlerine ayrılması gerektiğini belirtmek kolay olmaz.
Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik ekonomistler, bir ürünün değerinin onu üretmek için gerekli olan işgücünden türetildiğini savunmuştur. Buna göre teorik olarak üretilen bütün değer işgücüne ait olmalıdır. Ancak bu klasik yaklaşım, risk, yönetim ve sermaye yatırımı gibi diğer önemli iş unsurlarını hesaba katmaz. Marx da paralel bir şekilde işçilerin ürettiği şeyin tam değerini alması gerektiğini savunmuş, bundan daha azının “artı değer” olarak sermayedar tarafından sömürüldüğünü belirtmiştir. Neoklasik ekonomistler ise, marjinal verimlilik teorisini geliştirmiştir. Bu yaklaşıma göre, emeğin ücretlendirilmesi, bu işçiliğin marjinal verimliliğine, yani bir işçinin ürettiği ek çıktının değerine bağlıdır. Keynesyen ekonomistler, ekonomik büyümenin itici gücü olarak toplam talebe odaklanmışlar, bu bağlamda adil ücretin ekonomiyi büyütmeye devam etmek için işçilere yeterli gelir sağlayan ücretler olduğunu ileri sürmüştür. Bunların dışında Monetarist yaklaşım, ücretlerin ağırlıklı olarak para politikası ve enflasyon beklentileri tarafından belirlendiğini öne sürer. İstihdam seviyelerini ve ekonomik büyümeyi sağlamak için enflasyon hedeflemeye odaklanan bu teori, aşırı ücret artışlarının enflasyonist baskılara yol açabileceğini belirtir. Bu çerçevede, adil ücretler enflasyonla uyumlu ve sürdürülebilir olmalıdır. Gelişmekte olan ülkelerde, kurumsal yeteneklerin ve pazar yapısının rolü de önemli hale gelir. Ücretlerin belirlenmesinde, pazarların mükemmel rekabete yakın olmadığı durumlar ve işgücü piyasalarının tamamen rekabetçi olmadığı durumlar dikkate alınmalıdır. Böyle durumlarda, adil ücret kavramı genellikle işgücünün ve işverenlerin pazarlık gücü, devlet politikaları ve sosyal normlarla belirlenir.
Emeğin Değerini Dönüştüren Modeller
Kooperatifler: Kooperatifler, üyelerinin ortaklaşa sahip olduğu ve işlettiği işletmelerdir. Ortaklar, genellikle çalışanlar veya tüketicilerdir ve genellikle eşit bir şekilde kâr paylaşımı yaparlar. Bu model, çalışanlara daha fazla söz hakkı sağlar ve genellikle daha adil ücret ve çalışma koşullarını teşvik eder.
B Corp (Benefit Corporation): B Corp sertifikalı şirketler, kârı maksimize etmenin yanı sıra toplumsal ve çevresel etkileri de dikkate almayı taahhüt ederler. Bu, klasik ekonomik döngüyü dönüştürme yolu olarak gösterilir çünkü şirketlerin sadece kârı değil, aynı zamanda sosyal etkiyi de önemsemelerini gerektirir.
Sosyal Sorumluluk Sahibi Yatırım (SRI): SRI, yatırımların finansal getirinin yanı sıra etik veya sosyal etkileri de dikkate almasını içerir. Bu model yatırımcıları, sadece finansal sonuçları değil, aynı zamanda toplum ve çevre üzerindeki etkileri de düşünmeye teşvik eder.
Yeşil Ekonomi ve Döngüsel Ekonomi: Bu modeller, ekonomik aktivitenin çevreye ve doğal kaynaklara olan etkisini dikkate alır. Döngüsel ekonomi, ürünlerin ve hizmetlerin tasarımından, üretim ve tüketimine, ve en sonunda geri dönüşüm ve atık yönetimine kadar tüm döngüsü boyunca kaynakların etkin kullanımını teşvik eder.
Çalışan Sahipliği: Çalışan sahipliği, bir işletmenin tamamen veya çoğunlukla çalışanlarına ait olduğu bir modeldir. Bu, çalışanları işletme kararlarına daha fazla dahil eder ve genellikle daha dengeli bir kâr paylaşımına yol açar.
Yerel Para Sistemleri: Yerel para birimleri, belirli bir coğrafi bölge içinde kullanılan ve genellikle yerel ekonomiyi desteklemek için tasarlanan alternatif para sistemleridir. Yerel para birimleri, yerel ticareti ve işletmeleri teşvik ederken, aynı zamanda yerel ekonomik kalkınmayı ve topluluk içindeki parasal dolaşımı da artırabilirler.
Sendikal Örgütlenmeler: Sendikalar, işçi haklarını ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek için bir araya gelen çalışanların oluşturduğu birlikteliklerdir. Sendikalar, adil ücret, güvenli çalışma koşulları ve işten çıkarılma karşısında koruma gibi konularda çalışanların haklarını savunarak emeğin değerini dönüştürebilirler.
Sosyal Girişimler: Sosyal girişimler, ekonomik değer yaratmanın yanı sıra sosyal veya çevresel sorunları çözmeye odaklanan işletmelerdir. Sosyal girişimler, emeği sosyal faydaya dönüştürme yoluyla ekonomik değeri artırır ve aynı zamanda toplumsal etki yaratmayı hedeflerler.
Mikrofinans: Mikrofinans, geleneksel finansal kuruluşlar tarafından genellikle hizmet dışı bırakılan düşük gelirli bireyler ve küçük işletmelere finansal hizmetler sağlamaktır. Bu hizmetler genellikle küçük ölçekli krediler, tasarruf hesapları ve sigorta hizmetlerini içerir. Mikrofinans, emeği ekonomik değere dönüştürme konusunda önemli bir rol oynar, çünkü finansal hizmetlere erişimi genişleterek daha fazla kişinin işletme kurmasına veya genişletmesine olanak sağlar.
İşleri Aslında Kim Yapar? Girişimci mi Çalışan mı? Sermaye mi Doğa mı?
Özünde yaşamsal bir faaliyet olan iş, temel üretim faktörlerinden biri olan doğanın dönüştürülmesiyle meydana gelir. Bu dönüşüm sürecinde emek, bilgi ve bireysel yetenekler devreye girer ve toplumsal bir faaliyet halini alır. Bunu bir karga örneğiyle düşünebiliriz. Bir karganın, doğada bulunan bir hammadde olan dal parçasını alet olarak kullanıp avına ulaşmasını ele alalım. İş, her ne kadar insana ait bir kategori olsa da, burada karganın bilgisi, deneyimi ve bireysel yetenekleri devreye girer, ancak bu bilgi aynı zamanda kargalar topluluğunun öğrenme ve bilgi aktarma becerisiyle de ilişkilidir. Dolayısıyla iş ve emek, temelde toplumsal bir faaliyet olarak ortaya çıkmıştır.
O halde üretimin bireysel olanla toplumsal olanın kesiştiği bir düzlemde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Örneğin, bir topluluğun ancak birlikte çalışarak üstesinden gelebileceği karmaşık bir görevi düşünelim. Bu işte herkesin emeği rol oynar ve her bireyin kendine özgü yetenekleri değer kazanır. İyi bir iş bölümüyle herkes en yetenekli olduğu alanda organize olabilirse, maksimum verimlilik sağlanmış olur ve herkesin toplam üretime katkısı artırılabilir. Peki bu iş fikrini kim ortaya atacak ya da topluluğu kim organize edecek?
En azından türümüzü ele aldığımızda, insanın bir topluluk olarak kendi kendini organize etme yetisi yerleşik hayata geçildiğinden bu yana sekteye uğramış gibi görünmekte. Küçük yerel toplulukları ve zaman zaman modern toplumlarımızda da, özellikle felaket ya da kriz anlarında kendiliğinden ortaya çıkan öz örgütlenme ve dayanışma yetilerimizi hariç tutarsak; modern toplumlarımızın herkesin her işte payının bulunduğu işbirliğinden, görevlerin birbirinden net bir şekilde ayrıldığı işbölümüne geçtiğini ileri sürebiliriz. Üretim faktörlerinden biri olan girişimcinin rolü işte bu işbölümünün içinde ortaya çıkar. Girişimci sahip olduğu bilgi, birikim, ilişkiler ağı, sermaye ve üretim araçlarını bir araya getirerek aldığı riskle birlikte bir iş tasarlar ve emek gücünün bu işe yönlendirilmesini sağlar. Günümüzden baktığımızda girişimcinin rolünü kavramak kolaydır. Fakat konuya yerleşik toplum öncesi bir dönemden bakabilseydik kavramakta epey güçlük çekerdik. Çünkü emeğin son ürüne yabancılaşmadığı dönemlerde emek ve iş arasında doğrudan bir bağlantı vardı. Bu doğrudanlık içerisinde bir girişimciye pek ihtiyaç olmayabilirdi. Topluluk liderleri bu rolü doğal olarak sürdürüyor olmalıydı. Bugün ise ekonomik döngüler oldukça dolaylı ve karmaşık hale gelmiştir.
Savaşlar, yağmalar ve ganimete dayalı ekonomik düzenler, malların yeniden üretilmesindense hazır üretilmiş mal varlıklarının ele geçirilmesini ve değerlendirilmesini öne çıkarmıştır. Toplumları mülksüzleştirip yersizleştirerek mal varlıklarına el koyan yayılmacı ekonomik sistemler, benzer şekilde hazır yetişmiş olan emek gücüne de el koyarak yüzyıllar boyunca işgücünü köleleştirmiştir. Bu süreçte bilgi, strateji, ilişki ağları, kurulan ittifaklar, diplomasi ve organizasyon becerisi büyük bir önem kazanarak, yatırım fırsatlarını kaçırmak istemeyen girişimcinin rolünü artırmıştır. Bu sırada büyük çapta organizasyonların ve üretimlerin gerçekleştirilebilmesi için gerekli olan sermayenin birikimi de artmış ve sermaye de mevcut ekonomik düzenin en önemli üretim faktörlerinden biri haline gelmiştir.
Dolayısıyla günümüzde sürmekte olan ekonomik sistem içerisinde, emek ve doğa her ne kadar en temel üretim faktörleri olsalar da mevcut üretim döngüsü içerisinde hep geri planda tutularak dışsallaştırılmakta, çünkü en kolay ve en erişilebilir ve maliyetleri en düşük faktörler olarak kabul edilmektedir. Sermaye ise sürekli en verimli alanlara kanalize edilerek varlığını durmaksızın büyütmeye mahkum edilmiştir. Girişimci, doğa ve emek gibi faktörlerin maliyetlerini en alt düzeyde tutarak sermayeyi sürekli büyütme rolü edinmiştir. Bu üretim faktörlerinin maliyetlerini minimumda tutmanın en temel iki yolundan biri verimliliği artırmak, diğeri de bu maliyetleri dışsallaştırmak olmuştur. Emek maliyetlerinin dışsallaştırılması, işçilerin yoksulluk sınırının altında kalmalarına doğanın ise geri dönüşümsüz bir biçimde tahrip edilmesine yol açmaktadır.
Günümüzde, üretim faktörlerinin daha adil ve daha dengeli bir araya getirilebildiği model arayışları hızlanmış olsa da, bunun gerçekleşebilmesi için uygarlığımızın küresel düzeyde, hem ekonomi politik bir dönüşümü hem de verimlilik artışının daha döngüsel ve ekolojik olarak sürdürülebildiği teknolojik bir dönüşümü aynı anda geçirmesi gerekmektedir.
Referanslar:
Ricardo, D. (1817). On the Principles of Political Economy and Taxation.
Smith, A. (1776). An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations.
Marx, K. (1867). Capital, Volume I.
Keynes, J. M. (1936). The General Theory of Employment, Interest and Money.
Friedman, M. (1969). The Optimum Quantity of Money.
Doğruyol, A., Aydınlar, K. (2015). Emek Üretkenliği ve Ücret Teorisi